Geçtiğimiz yıl bugün, Dünya Çevre Günü’nde “Sıfır Karbon Ayakizi”hedefi açıklamamız ile, Dünya’daki insan uygarlığının başta iklim değişikliği kaynaklı sorunlar olmak üzere, çevre sorunları ekseninde yürütülecek mücadeleye bağlı hale geldiğini vurgulamış ve bir çağrıda bulunmuştuk.
Aradan geçen sürede, artan farkındalık ve duyarlılığa rağmen, tam olarak ne tür bir sorun/durumla karşı karşıya olduğumuzu somutlaştırmanın güçlüğü ile çevresel tehditlerin varsayımsal yanı, özellikle ekonomi ve üretimde bildiğimizi okumaya devam etmemize neden oldu. Havayı, suyu ve toprağı kimyasallarla kirletmeye, küresel ısınmaya sebep olan sera gazlarının salınımını arttırmaya devam ettik.Gelişmiş ülkeler, pis işlerini ve gerçek anlamda pisliklerini gelişmekte olan ülkelere ihraç etmeyi sürdürüp, sahte bir gülüşle “biz üstümüze düşeni yapıyoruz!” derken, gelişmekte olan ülkeler de, “bizim de gelişmeye, gelişirken kirletmeye hakkımız var!” şiarıyla olanca güçleriyle, salt kendilerinin değil başkalarının çöplerini de ithal ederek yüklendiler çevrelerine.
İyi işler de yaptık; ama, yeterli miydi?
COVİD-19, yeni koronavirüs salgını, iyi niyetle yapılan bazı iyi işlerin hiç de yeterli olmadığını açıkça gösterdi.
Bir virüs, kısa bir sürede tüm dünyaya yayılarak, yaşamı durdurdu. Üstelik bu kez, Afrika ve Asya gibi gelişmekte olan ülkeleri, bölgeleri değil batıyı da sarsan, en büyük zararı gelişmiş ülkelere veren, kısa bir sürede benzerini yüz yıl önce, Birinci Dünya Savaşı sonrasında gördüğümüz (ispanyol gribi) pandemiye dönüşen bir virüs saldırısı söz konusuydu. Üç ayı aşan bir süre boyunca Dünya’nın tek gündemi olan pandemi, hızını kaybetmiş görünse de daha uzun süre ana gündem olmayı sürdürecek gibi.
Pandeminin nedenleri konusunda farklı görüşler söz konusu. Bir kaç yıl öncesinde, iyi niyetle yapılan uyarıları yeni fark eden bazılarının “komplo kurulduğu” şeklindeki klasik, doğrulanamaz ve doğrulanması beklenmeyen iddialarını bir kenara bırakacak olursak, günümüz insan uygarlığının maddi gelişiminin bilinen tüm sınırları zorlamaya başlaması karşısında, daha önce insana erişimi mümkün olmayan pek çok patojenin, bir şekilde erişilebilir hale gelmesi nedeniyle bu sürecin kaçınılmaz hale geldiği, genel kabul gören argümanlardan birisi.
Çevre ile ilgili meselelerde “maliyetlerin dışsallaştırılması” sıklıkla kullanılan bir kavramdır. Bir termik santralde üretilen elektriğin birim maliyetini hesaplarken, havaya, suya, insanlara verilen zararı, bu zararı gidermek için yapılan kamusal harcamaları maliyete dahil etmeyip, düşük bir birim fiyat bulabilirsiniz. Oysa, tüm bu kamusal maliyetleri hesaba kattığınızda, kömürden elektrik üretmek inanılmaz pahalı ve rasyonel olmayan bir yatırıma dönüşecektir.
Tıpkı örnekteki maliyetin dışsallaştırılması gibi, insan uygarlığı da, 21.yüzyılda, yaptığı işlerin sonuçlarını pek değerlendirmeksizin, olası riskleri gelecek nesillerin sırtına yükleyerek, freni patlamış bir araba misali, uçarcasına belirsizliğe yürümektedir. İşte, koronavirüs, “gerçekleşmiş risk” olarak, uygarlığı ne kadar hassas bir dengede inşa ettiğimizi gösteriyor.
Öte yandan, yaşadığımız bu olağanüstü sürece karşı, devletlerin gösterdikleri, daha doğrusu gösteremedikleri reaksiyon, risklere karşı ne kadar hazırlıksız ve savunmasız olduğumuzu da gösterdi. Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, sağlık sisteminin kırılganlığı, yetersizliği, anlık müdahale ve karar alma becerilerinin zayıflığı, uygulanabilir bir risk yönetim sisteminin bulunmaması, daha kötü bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda güvenilecek bir organizasyon bulunamayabileceği endişesini doğurdu insanlarda.
Tam da bu noktada, çevresel sorunlara dair bilimsel olgulara şüpheyle yaklaşmayı, insanların korkularını hafife almayı, bir şey olmaz demeyi bir kenara bırakıp, yeni bir kavrayışla, hiçbir maliyeti dışsallaştırmadan, sürdürülebilirlik temelinde hareket etmenin zamanı gelmiştir.
Çevre Kanunu’nun amacı “bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunması sağlamak” olarak belirlenip, sürdürülebilir çevre “gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fiziki vd) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi” olarak tanımlanırken, güzel bir tanımlama yapmaya çalışmanın ötesinde, çevre hakkının içinin doldurulmaya çalışıldığı, açıktır.
Bu durumda; enerji üreteceğiz derken kirletici kömüre yüklenmek, gıda üretimi yapacağız derken, kimyasal tarım ilaçları ile suyu ve toprağı kirletmek, riskleri öngörülmesine/bilinmesine rağmen, yasaklanmadı diyerek insan yapımı, çözünür olmayan, kanserojen kimyasallardan üretilen teflon tencere, tavaların bütün evlerin mutfaklarında kullanılmasına izin vermek, sürdürülebilir çevre ve kalkınma ilkelerine açıkça aykırıdır. Sürdürülebilirlik çerçevesinde bir açıklaması, gerekçesi ve savunması olmayan projelere, tesislere dair kararlar, ÇED raporları, temeldeki, yapısal eksiklik nedeniyle hukuka aykırıdır.
Keşke bu kadar kolay olsaydı…
İşin özü; geleceği de gözeterek bugüne odaklanmayı temel alan, süreklilik anlayışı ile karar almayı ifade eden sürdürülebilirlik, politikacıların konuşmalarına eklenmeye başlamış olsa da, gerçek anlamda idari ve yargısal kararlara etki eden bir kavram olmaktan uzaktır. Oysa; çevre mesele ve sorunlarının derinleşip yaygınlaşması, birbirinden bağımsız görünen, farklı alanlardaki etkileşimi zorunlu ve görünür kılmıştır. Bugün, çevre ile tarımı, çevre ile enerjiyi, çevre ile sağlığı, çevre ile ekonomiyi birbirinden bağımsız alanlar olarak görüp, kararları birbiri ile ilişkilendirmeksizin almaya çalıştığımızda tökezlememiz, başa çıkmakta oldukça zorlanacağımız tehditlerlerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır.
Öyleyse, bugünden başlamak üzere, temel karar ve üretim süreçlerimize, hızla sürdürülebilirliği katmaya başlayabiliriz. Çarkların belirli bir süre de olsa durması dahi, Dünya’ya nefes aldırmış, özellikle hava kirliliğinde hissedilir bir azalma, karbon salınımlarında büyük düşüşler meydana gelmiştir. Önümüzdeki dönemde küresel düzeyde hareketliliğin belirli bir ölçüde azalacağı varsayılıp, yine küresel düzeyde enerji talebinde gerçekleşecek düşüşü fırsat bilerek, sürdürülebilirlik temelli ekonomiye, kalkınmaya, yaşama geçiş üzerine kafa yormalı ve uygulamaya geçmeliyiz.
Bir sonraki şok gelinceye kadar ne kadar zamanımız var, kimse bilemez. Ama çok da fazla olmadığını, rahatlıkla öngörebiliriz.(kurum haberi)