BİZ SEVMEYİ NE ZAMAN UNUTTUK (2)
Bu sabah paylaştığım ve sonunda “Babalarının annelerinin bir karıncayı dahi incitmekten sakındığı toplum nasıl böyle sevgisiz hale geldi?” soruma bir arkadaşım şöyle cevap vermiş:
“Bizim kendimizi inandırdığımız ve asla sorgulamadığımız bazı mitler var. Bunlar tüm toplumumuzca "a priori" olarak kabul ediliyor.
Bu noktada; "Babalarının, annelerinin bir karıncayı dahi incitmekten sakındığı toplum nasıl böyle sevgisiz hale geldi?" postülasını sorgulamak gerekir diye düşünüyorum.
Biz hakikaten sevgi toplumuyduk da sonradan mı vahşileştik, çok emin değilim.
Bence biz sevgiyi de hümanizmayı da çok öğrenebilmiş bir toplum değiliz. Elimizdeki veriler sanki ve maalesef sevgi egemenliğini doğrular gibi gözükmüyor.
Tarihimizdeki 13. yy Anadolu'da yaşamış bir takım şairler, düşünürler, sufilerin var olması bizi yanıltmamalı diye düşünürüm.
Bu insanların var olması toplumda sevginin egemen olduğunu değil, tam tersi sevgiye açlığı ifade eder. Egemen olan sevgi değil orta şark zorbalığıdır. Zorbalık, sevgisizlik kaçınılmaz olarak diyalektik zıddını yaratmıştır.
Avrupa pek mi sevgi toplumuydu derseniz, yanıtı hazır: Onlar bizden de kötü durumdaydılar. Yaşanan bunca savaş, bunca kıyamet, bunca çalkantı insanlığa sevgiyi hatırlattı. Ha belki de onlar bu durumu bizden daha önce fark etmiş olabilirler.”
Ben de kendisine aşağıdaki cevabı verdim:
“Annemin okuna yazması yoktu. Babam ilkokul mezunu idi. Çocukluğum Kayseri Yeşilhisar ilçesinde geçti. Köy gibi bir yerdi. Elektrik yoktu, evde su yoktu. Suyu mahalle çeşmesinden testilerle eve taşırdık.
Evin alt katı ahırdı. Evde bir ineğimiz, bir eşeğimiz, tavuklarımız ve kedilerimiz vardı.
Sadece bu hayvanlar değil samanlık nedeniyle otlar arasında eve gelen ve bizimle yaşayan kertenkele dahil elvan türlü böcek haşarat vardı.
Annem hiçbir canlıyı öldürmezdi. “Oğlum, can candır. Canın küçüğü büyüğü olmaz. Onların da senin benim gibi bu dünyada yaşamaya hakkı var” der eve giren, yatağın yorganın arasına sızan kertenkeleyi, karafatmayı, benzer haşeratı özenle bazen bezle bazen süpürgeyle yakalar dışarı atardı.
Bağda bahçede beraber iş yaparken kıvrılmış uyuyan yılanlara rastlandık. “Uyandırmayalım, günahtır” der etrafını dolaşırdık.
Evdeki ineğin ve eşeğin yem saatini hiç kaçırmazdı. Bazen beni zorla onlara yem vermeğe gönderirdi. “Sen acıkınca nasıl duramıyorsan onlar da duramazlar“ derdi.
Yaz günleri bağdan bahçeden eşeğin yükü ile eve dönerken annem kendi binmediği gibi beni de eşeğe bindirmezdi “hayvancağız hem yükü taşısın hem de seni taşısın, olur mu öyle şey, yürü!” der, beni yürütürdü..
Babam da aynıydı. Kışın çok kar yağardı.
Babam damdan karı kürüyünce açılan zemine buğday atardı “her taraf karla kaplı, kuşlar aç kalmasınlar” diye.
Bu durum sadece bize ait değildi. Bütün komşularımız böyleydi.
Ben böyle bir ortamda büyüdüm.
Bu bilgiye, bu anılara dayanarak “anneleri babaları bir karıncayı incitmezken” dedim.
Arkadaşıma verdiğim cevap böyle…
Ben yine başa dönüp ilk yazımda bahsettiğim ''Sonsuzluk ve Bir Gün'' (Eternity and a Day) adlı filmde geçen o müthiş soruyu yineleyeyim:
Sahi biz sevmeyi ne zaman, hangi ara unuttuk?